İNANÇ GÖNÜL İÇİNDEDİR
GÖNÜL AŞKIN PEŞINDEDİR

Varlık aleminin en sınırsız mekanı insanın gönlüdür. Kişinin karekterine göre en sorum(suz)lu mekanı da orasıdır. Akıl bilgisi kadar olum(suz)lu olarak Onda ki yerini alır ve bir yere kadar da gönlün dümenidir. Yani aktevitesi bilgisine oranlıdır. Bilgiyi de varlık aleminden yüzeysel ve içerik olarak iki kaynaktan toplar. Aklın orantısı bu iki kaynaktan toplanan bilgi düzeyindedir. Genelde yüzeysel olan somut veriler, kaynağı olduğundan bunun içerisinde sınırı çizilmistir. Manevi halin coşkusu ile yaratılan ütopyalar, gerçekleştirilmemiş teorileri- varsayımlarıdır. Bunların realiteye uyarlanması zaman içerisinde emeğe dönüştürülmesi sonucu olur.

Bir zamanların en sık tartışılan konusu “madde mi düşünceden doğar, düsünce mi maddeden” idi.! Düşünce maneviyat ile güçlenmediği sürece, yüzeysel bilgilerle donatılmış aklın kapsamında kaldığından ütopyalari ve yaratıcılığı da sınırlıdır. Ancak gördüğü maddeyi anlamaya çalisarak, kendini sadece bu doğrultuda geliştirir. Sadece beş duyu organı ile sahip olduğu bilgi düzeyinden madde aklın, dolayısı ile düşüncenin yönlendiricisi olur. Varlık alemini de beş duyusu ile sınırlı tutar. Bunun harici yoktur masaldır diye düşünülür. Halbuki maddeden bile kaynaklanan düşüncenin gerçek kaynağının gönlü olduğunu anlayamamak kendini sınırlamanın en belirgin özelligidir. Buna neden de tek taraflı alınan eksik bilgidir.

Gariptir, en ciddi buluşların formülleri, en güzel sanat eserleri kimilerinin bilinçaltı diye isimlendirdiği gönlün coşkusu sonucu düşünceye çevrilen fantaziler kaynağı olmuştur. Her ne kadar reddedilmeye çalisilsa da bu böyledir. Çok şair yakın dostlarına en güzel şiirlerini uyku hallerinde dizeleyip uyanarak yazdıklarını itiraf etmişlerdir. Önceden yok kabul edilip sonradan varlar listesine koyulanların keşiflerini başka türlü nasıl açıklayabiliriz. Hz. Ali’nin şu meşhur sözü çok düşündürücüdür. “Evrenin sırrı bir kum tanesinde gizlidir. Bu kum tanesinin sırrını çözen evrenin sırrına ermiş olur“. Hz. Ali acaba hangi teknolojiyi kullanarak bu sırra ermiş olabilir dersiniz.!

Madde bilimini her gün bir ileri boyuta taşiyan, aslında insanın gücünü tam olarak kestiremediği, sahip olduğu mana alemidir. Bunun tarihi ezel ile ebed arası yani zamanın dışındadır. Öyle ki, farkına varamadığı halde kendisinde kocaman bir evren barındıran insan, bu mekanın gönlü olabilecegini ancak manevi akıl diyebileceğimiz duygusu- sezgisi ile algılayıp anlayabilir. Bunu idrak edebilmek ancak, Mürşid-i Kâmil düzeyine erişebilmek ile olanaklıdır. Aksi takdirde ya teslimiyet yani inanç bazında maneviyata olan güven duygusu ile olur dersiniz ya da abestir deyip reddersiniz. Burada ki tartışma bizi yine başa götürür. Yani beş duyu organın kaynaklık ettiği vardır. Harici yoktur. Aslında her bütün alternatifi ile (zıtların birliği) var olduğuna göre burada ki zahir (madde) alemin karşitı baten (içrek) alem neden olmasın! Daha doğrusu batın alem olmayınca zahir alem nasıl var olabilir? (Anlaşilabilir duruma gelebilmsi için) Ya da bunun tersi!

Ezel ile ebedin hanesi olan gönül, öyle nazenin bir yerdir ki zerrenin zerresinde incindiği gibi, zerrenin zerresinde de coştuğunda yüceliğinde sınır olmaz. İşte insana, dolayısı ile gönüle bu coşkuyu veren o kişinin sahip olduğu inancıdır. Bu boyutu ile gönül, ezel ile ebed arasında alabildiğince özgürdür. İnsan bu halini dışa vurarak kısıtlamalara olanak tanımadığı sürece bunu en uç noktaya taşiyarak büyük bir haz alır. Evren ile bütün varlık alemi ile sadece burada(n) bütünleşebilir. Bütün varlık alemini kendinde, kendinde ki varlık aleminde yine kendini seyreder. Bu süreçten, kişinin kendisinden başkasının hatta yanında bulunan kişinin dahi haberi olmaz. Evrenin bir ucundan bir ucuna birkaç saniyede yolculuk ancak buradan yapılır. Hz. Muhammed’in Miraç’ı gibi.! Bundan dolayı inancın tartışması yapılmaz..

Varlık aleminin madde halinden öncesi mana halidir. Varlık alemi ancak var olduğu halinden var olduğu halde görülebilir. Yani mana ancak can gözü ile, madde de zahir göz dediğimiz madde gözü ile görülebilir. Bundan dolayı bilinmek isteyen mana, kendini heriki hale donattı. Yani kendisini madde de gizleyerek maddeyi görülür hale getirip madde halini zaman içerisinde, zamanı da mana halinin içerisinde oturttu. Şöyle örnekleyelim: İlk bakışta insan bir elma çekirdeginde üzerinde binlerce elması olan bir ağacı göremez. Fakat ayni çekirdek toprağa gömülerek zaman içerisinde filizlenip ağaç olduğunda bir zaman sonra binlerce meyvesi ile önümüzde durur. Burada değişen ne olmuştur? Aslında mana olarak hiçbirşey! Ayni özellikleri taşiyan çekirdek kendi ağacında her elmada vardır. (Burada anlatılan nesnedir yani elmanın kendisi. Rengi tadı, suyu değil. Bu özellikleri zaman ve koşullar ile bağıntılı olduğundan hiçbir zaman bir öncekinin ve sonrasının aynisi olamaz. Anlatılmak istenilen elma çekirdeginden muz ya da portakalın olamayacağıdır). Halbuki biz bunu daha önce görememiştik. Bütün varlık aleminin fonksiyonu budur. Bizler sadece zahir (madde) halini görüp algılayabildiğimizden çok çesitli inancına kapılıp, aslında bir olanı, sayısını tamamlayamayacağımız kadar çok sanıyoruz. Binlerce elmalı bir ağacın bir çekirdekten meydana geldiği gibi bütün varlık alemi de “BİR” den meydana gelmiştir. Çesit onun zahir görüntüsündedir. Bir kor tanesinin yere düştüğünde binlerce kıvılcımın havaya uçuşması ve birer kül zerresi halinde yere düşmesi de benzeri bir örnektir.

Neye inanırsak inanalım, Hz. Mevlâna’nın dediği gibi ister ateşe, ister puta, ister taşa, ister suya ...vs. Neyi Tanrı olarak kabul edersek edelim aslında var olan ve inanılan Tanrı yine birdir. O da bilinmek isteyip kendini madde de gizlemiş olan ve en önemlisi bütün madde alemini buyruğuna verdiği, varlık aleminin en yücesi kıldığı insanda ki tecelliyetidir. Dolayısı ile mesele evrenin sırrını çözmekten çok insanın kendinde ki sırrı çözebilmesindedir. Bundan dolayıdır ki insanlık tarihinin bütün uluları her zaman insan üzerinde yoğunlaşmışlar, insanı anlatmaya çalismislar ve onun marifetlerini ezel ile ebede taşimışlardır. Hatta ondan beri ondan öte.

Bütün bunları algılayıp anlayabilmek mutlaka beceri ister ve kemalet işidir. Bunun için bilgi- akıl düzeyi nasıl her insanda farklı ise, becerisi ve kemaleti de farklıdır. Profesör olmanın her şeyi bilmek anlamında olmadığı gibi, gönül yolundan giderek kemalet sahibi de olunabilinir. Bunun için de dış temizlik- bilgi(den) çok iç temizliğin (kendini keşfin) önemi büyüktür. Zira böyle bir güzellik ancak arınmış gönüllerde parıldar. Bu parlaklığı sadece mana gözü görüp mestaneliğe geçer, zahir göz de varlığından..!

Bilinmek isteyen, kendini bilmece şekline dönüştürerek ezel ile ebed arasında arayıp durmaktadır. Bazı vücutlarda kendini kırk senede bulduğu gibi bazı vücutlarda da ondörtbin sene pervanelikte, ondörtbin sene divanelikte ve onikibin sene de viranelikte- harabatilikte olmak üzere kırkbin sene arayışta olur yine de kendinde ki sırrı çözemez.

İçerisinde ne olduğunu bilemediğimiz hiçbir gönül ile eğlenmeye ona zeval etmeye gelmez. Yoksa elden ele, dilden dile, halden hale koyar insanı da neden olduğunu kırkbin senede anlayamaz. Onun için ilk işimiz bütün varlık alemini olduğu gibi kabul etmek olsun. Değiştirmek- dönüştürmek imkânımız dahilinde ise olumluluğun ve güzelliğin doğrultusunda kendi güzelliğimizden birşeyler katarak yeni güzellikler yaratmaya çalisalim. Ama sevgi ile incitmeden zor kullanmadan yersiz saldırılar yaratmadan rızalık bazında! Aydınlatılmak istenilen gönüldür. Yoksa ışığın mekânı da kaynağı da zarar görüp ters durumlar yaratılmasın. Hiçbir insan aramadığı sürece sahip olduğu cevheri bulamaz. Tabii ki aranılan yer de önemlidir. Kavak ağacının tepesinde balık tutulamayacağı gibi, yerin altında güneş te bulunmaz. Onun için köstebeklere göz gerekmez. Bazı yıldızların ışığını alabilmemiz çok zaman alır. Onun için ön yargılarımıza kapılıp zamansız saldırılara geçmeyelim. Sabır her hastalığın en iyi ilacıdır. Tabii reçetesine göre alınırsa.! Hz. Musa’nın durumu da bundan faklı değildi. Fravun’un sarayından hakikat nuruna geçiş o kadar kolay olmadı. Yunus kırk yıl dağda odunlar ile, Pir Sultan da geyikler ile olduğu gibi her insan belirli aşamalardan geçtikten sonra ancak O yüce aydınlığa ulaşabilir. Yani bulmacamızın adı şudur:

“Evrene sığmadım mümin kulumun gönlüne sığdım”
“Ben sana Şah damarından daha yakınım”
“Hararet nardadır sacda değildir”
“Keramet baştadır taçda değildir”
“Ne ararsan kendi özünde ara”
“Kudüs’te Mekke’de hac da değildir”

Ali Kaykı...